Kuran-ı Kerim’in Yazılış Serencamı

1971 yılının ilk aylarında  Hattat Hamid Aytaç Hoca’nın (1891-1982) nezdinde hat sanatı ile tanışmamın üzerinden  henüz bir kaç ay geçmemişti ki ; üstadın 6,5 seneden beri yazdığı ve yeni bitirdiği “Tevâfuklu Kur’an” olarak bilinen -günümüzde de  halen basılan- Kur’an’ı yazdıran zatlar, benim de dahil olduğum birkaç hat talebesine,  eserin baskıya hazırlanma vazifesini teklif ettiler. O güne kadar görülmemiş mükemmeliyette bir baskı yapılması düşünülüyordu. Henüz hüsn-i hattın başlangıç safhasında bulunan, baskı teknikleri konusunda yeterince bilgi sahibi olmayan bizler bu teklifi, Kur’an-ı Kerim’e hizmeti hayatımızın en şerefli, en heyecan verici ve mühim bir mazhariyeti telakki ederek derhal kabul ettik. İşimiz gerçekten zordu ve beş altı ayrı kategoride çalışmayı icap ettiriyordu.

İşe önce metin tashihinden başlandı. Kabul etmek gerekir ki; üstadım Hamid Bey’in çok ileri yaşlarında, aklın alamayacağı nâmüsâid şartlarda, uzunca bir zaman diliminde, ayrıca tevâfuk konusunda hemen hiç bir bilgi sahibi olmadan   (merhum Ahmed Hüsrev Efendi’nin 1930’lu yıllarda tamamladığı metne bakarak) yazdığı eser, sayılamayacak kadar ibâre, kelime, hareke, secâvent hatası ihtivâ ediyordu. Uzun gayretlerden sonra ibâre ve kelimeleri bizzat Hoca’ya düzelttirerek, hareke ve secâventleri beraber çalıştığımız arkadaşlarla birlikte düzelterek metin tashihleri yapıldı.

Her hattatın yakînen bildiği mürekkebin akışından, hattatın kalemi tutuşundan, kâğıdın binbir cilvesinden meydana gelen ve ince tashih icap ettiren harfler, harekeler keskin bir dikkatle tek tek ele alındı.

Eserin tezyinatı, grafik çalışmaları ve baskı hazırlıkları esnasında başta Süheyl Ünver Hocamız olmak üzere Rikkat Kunt, Emin Barın, Uğur Derman gibi bu konuların üstadlarına sayısız defalar danışıldı. Ziya Aydın, Atâ Köseoğlu, Gıyas Korkud gibi Kur’an Kolleksiyonları olan zatlara gidildi, yazma eser ihtiva eden ne kadar müze ve kütüphane varsa hepsi ziyaret edildi, beğendiğimiz eserlerin ilgili sahifeleri tek tek fotoğraflandı. O tarihe kadar ne Türkiye’de ne de İslâm âleminde estetik kaygı taşıyarak basılmış sahife tutar, ayet berkenâr özelliği olan tek bir Kur’an yoktu. 1387‘de (1967) Şevket Rado’nun bastığı 11 satır üzere mürettep, küçük kıtada Büyük Hafız Osman Kur’an’ı çok güzel olmakla beraber tıpkıbasım olması sebebiyle bizim için örnek teşkil etmiyordu.

Bunca sene sonra,  bu hâtıralardan bugün hafızamda kalan; sanat konusunda derin bir vukufiyete, eşsiz bir bediî zevke sahip olan bu muhterem zatlar, baskı ve baskı teknikleri, hele böyle bir eserin nasıl basılacağı konusunda yeterli bir bilgiye; matbaa ve baskı konusunu bilenler de bugüne kadar böyle bir eser basılmadığı için yeterli bir birikime sahip değildi.

O şartlar içinde eser 4,5 yılda baskıya hazırlandı ve 1975 yılında Almanya’da o güne kadar hakikaten görülmemiş nefasette basıldı.

Bugün geriye baktığımda, şüphesiz o günün teknolojisi ve bilgi birikimi ile pek güzel hazırlanan ve basılan eserin pek çok “keşke şurası şöyle olsaydı…” denecek yerlerini görebilmekteyim.

***

1971 yılından beri Kur’an konusu daima gündemimde oldu. Kur’an’ı mümkünse el yazması orijinal bir nüshadan, imkân yoksa mükemmel bir  baskıdan okumak bende tutku haline geldi.

Bilindiği gibi başka hiçbir medeniyette benzeri ve karşılığı olmayan hat sanatı bence İslâm medeniyetinin en muhteşem sanatıdır. Zaten yazının benzersiz bir sanata dönüşmesi ilâhî vahyin başlangıçta en doğru ve aynı zamanda en mükemmel yazılması arzusundan doğmuştur. İlk dönem yazıları ile asırlar içinde gelişip mükemmelleşmiş yazı arasında büyük farklılıklar bulunması tabii olmakla birlikte; Kur’an’ın metin olarak doğru tesbit edilmesi yanında, vahiy kâtiplerinden itibaren çok itinalı ve güzel yazı ile yazılması insanlık tarihinin en dikkate şayan olaylarından biridir. Asırlar içinde gelişen, serpilen ve estetik bir mahiyet arzeden; önemli eserlerde, levhalarda ve kitâbelerde yüksek manâlar ifade eden ibareleri yazmak için de kullanılan hüsn-i hat, öncelikle bütün kemalâtın hülâsası ve mukaddes sözlerin en mukaddesi olan Kur’an-ı Azîmüşşân’ı yazmaya tahsis edildi.  Resmetme dehâsıyla doğan on binlerce hattat –İslâm’da resme pek de sıcak bakılmadığı mülâhazasıyla- dehâlarını ve emeklerini bu sanatın mükemmel icrâsında ve geliştirilmesinde kullandı. Bu nedenle tarihte ismini bildiğimiz bilmediğimiz pek çok hattatın, hayatında ne gibi eser verirse versin, hayalinde bir Kur’an veya Kur’anlar yazmak en büyük duası, hedefi, rüyâsı oldu. Bazı hattatlar, yazdığı 454. Kur’an’ı görülmüş olan Çemşir Hafız Salih gibi ömrünü Kur’an yazmaya adadı. Bazısı yazıyı rüyasında talim eden büyük üstad Şevki Efendi gibi yoğun mesâisi arasında ancak birkaç Kur’an yazabildi. Bazan da tarihlere sığmayan büyük hattat Sami Efendi gibi, Halim Efendi gibi zatlar tasavvur ve dua ile her dem arzu ettikleri Kur’an yazma saadeti nasib olmadan bu âlemden göçtüler.

***

İnsanlığın hidayet rehberi olan Kur’an-ı Azîmüşşan ile ilgili pek çok ilim geliştirildi. Baştan sona, tefsirden kelâma kadar bütün İslâmî ilimler ve bu ilimleri tahsile yarayan alet ilimleri (belâgat, mantık, lisan vs) Kur’an’ı anlamak, hakikatini bilmek için geliştirildi ve öğretildi. Fakat Kur’an’ın mushaf olarak yazılması -yakın çağlarda basılması-  ve yayımı önemini hep korudu. İlk dönemlerde kâğıt bilinmediği veya bulunmadığı için vahiy kâtipleri tarafından kemik, deri, parşömen gibi malzemeler üzerine yazılan ve Peygamber Efendimiz (asm) zamanında vahiy devam ettiği için iki kapak arasında mushaf haline gelmeyen Kur’an-ı Kerim, Hz. Ebûbekir (ra) zamanında Zeyd bin Sabit (ra) başkanlığında bir heyet tarafından mushaf haline getirildi ve Hz. Ebûbekir’in vefatından sonra ezvâc-ı tâhirâttan Hz. Hafsa’ya (ra) emanet edildi.

Hz. Ömer’in (ra)  ve ardından Hz. Osman’ın hilafetleri döneminde İslâm coğrafyasının bütün Arap yarımadası, Irak, Suriye hatta kısmen Anadolu, Mısır, İran’a kadar geniş bir alana yayılması sebebiyle çok çeşitli milletler, kavimler, devletler İslâm âlemine dahil oldu. Buralarda yaşayan insanlardan müslüman olanlar Kur’an hakikatlerini öğrenmek ve uygulamak için, İslâm’a muhalif olanlar tenkid fikriyle Kur’an’ı okuma ve anlama yolunu tuttu. Araplar veya Araplaşmış ahali, diyalekt ve şive, Arap olmayanlar da Kur’an Arapçası ile yeni karşılaştıkları ve ortada yazılı bir metin olmayıp ağızdan nakil yoluyla öğrenildiği için, metnin yanlış okunması ve yanlış anlaşılması o dönemde ciddi bir mesele olarak ortaya çıktı.  Bu mahzuru ortadan kaldırmak maksadıyla Halîfe Hz. Osman (ra) Kur’an’ı kâtiplere -galib ihtimalle 6 nüsha olarak- yazdırıp bu mushaflardan birini “Ümmü’l-Kur’an” olarak kendi nezdinde muhafaza edip diğerlerini Şam, Mısır, Yemen, Mekke gibi o günün önemli İslâm merkezlerine gönderdi ve herkesin bu mushaflara göre okumasını, öğrenmesini ve istinsahını emretti.

Konunun fevkalade ehemmiyetinden dolayı burada hemen zikretmek mecburiyetindeyim ki; Hz. Osman’a (ra) nisbet edilen ve bugün iki tanesi Türkiye’de olmak üzere dünyanın çeşitli müzelerinde mevcut 7 adet Kur’an nüshası hakkında; tarihî kıymetleri, imlâ hususiyetleri ve sair özellikleri ile  ilgili muhterem Tayyar Altıkulaç Hoca’mızın yaptığı mukayeseli çalışmalar ve tıpkıbasımların hayatî derecede ehemmiyeti ve kıymeti vardır.           Kur’an’ın aslına uygun olarak muhafazası açısından fevkalade önemli bu icraattan sonra, bu mushaflara bakılarak çoğaltılan, çoğaltılanlara bakılarak çoğaltılan mushaflar İslâm dünyâsının her tarafına yayıldı. İslâm yazısının imlâ hususiyetlerinin, yazıyı noktalama ve harekelemenin hicrî birinci yüzyılın ilk yarısından sonra geliştirilmesi, hemen hemen bununla atbaşı giden; üzerine yazı yazılacak deri, parşömen, nihayet kâğıdın ebadı, kullanılacak kalemin hususiyetleri ve kalınlığı, nisbetlerin az çok standart hale getirilmesi, mürekkebin evsafı, rengi, yazının aynı zamanda devlet yazışmalarında kullanılmaya başlanmasıyla daha süratli yazılabilmesi yollarının tecrübe edilmesi ve kolay saklanabilir olması gibi özellikler hat sanatının doğumunu müjdelemekteydi.

Başlangıçta nisbeten köşeli harflerden müteşekkil Kûfî yazının, harflerin ovalleştirilerek veya yuvarlaklaştırılarak aşılması ve estetik hususiyetler kazandırılması, nihayet önce harflerin nisbet ölçülerinin belirlenmesi, sonra satır içerisinde birbirleri ile dikey ve yatay olarak mesâfe ve eğim uygunluğu sağlanarak harf, harf gurubu ve kelimelerin birbirleri ile kaynaştırılması (irtibat ve iltisak), ilk asırlarda doğan onlarca  yeni yazı türünün “Aklâm-ı Sitte” denilen altı çeşit yazıya indirgenmesi hicrî ilk üç yüzyılın muvaffakiyetlerindendir. Böylelikle yazı, bugünkü anlamda epeyce iptidâi de olsa, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi uzun metinlerin nisbeten kolay ve insicam içinde yazılmasını netice vermiş, toplumda kitap çoğaltarak (istinsah) ve mushaf yazarak hayatını kazanan bir kâtipler sınıfı da yavaş yavaş ortaya çıkmıştır.

VI. hicrî asırda (milâdî 1200’lü yıllar) son Abbasi Halifesi’ne nisbetle anılan, kıbletü’l-küttâb, kıbletü’l-hattatîn (hattatların kıblesi) diye maruf,  aslen Amasyalı olduğu rivayet edilen, Yâkūt el-Musta’sımî, halen bugün kullandığımız yazının esas ölçülerini, nisbetlerinin esaslarını o güne kadar görülmemiş bir mükemmeliyette tesbit etmiştir. Ayrıca Yakūt hat sanatında tekerleğin icadı kadar önemli bir iş  daha yapmıştır ki; o zamana kadar düz kesilen kalemin ucunu yaklaşık 23,5  derece eğik keserek harflerin bünyesine perspektif bir derinlik katmış, bugüne kadar gelen bütün hattatların büyük üstadı olma şerefine mazhar olmuştur. Yâkūt bu bilgisini yetiştirdiği sayısız talebesinden gizlememiştir. Kendisinden sonra bunların içinden en güzîde yedi tanesi İslâm âlemine dağılarak Yâkūt yazısının yazı sahasındaki büyük babaları olmuşlardır.

Bugün, İslâm yazısının Mağrip ülkelerinde kullanılan (Kuzeybatı Afrika), Kûfî yazının tam evrim geçirememiş bir cins devamı mahiyetindeki “Mağribî Hat” istisna edilirse; geniş İslâm coğrafyasında  Yâkūt yazısı ve bu yazının asırlar içinde gelişen, güzelleşen tarzı hâkimdir.

Mushaf kitabetini de Yâkūt öncesi ve Yâkūt sonrası diye ele almak gerekmektedir. Yâkūt öncesi yazılan yüzbinlerce mushaftaki yazma zaafiyetleri Yâkūt ve sonraki asırlarda gittikçe azalarak Osmanlı hattatları tarafından mükemmeliyete ulaştırılmıştır. Ayrıca ilk dönem mushaflar tezyin edilmezken, daha sonra değişik ülke ve beldelerde o günkü sanat seviyesini ve zevkini yansıtacak şekilde süslenmeye başlamış; duraklar, hizip, cüz ve secde gülleri münhani ve Arabesk motiflerle, sûre başları ve serlevhalar sonsuzluğu çağrıştıran geçmelerle bezenmiştir.

Yâkūt ayrıca yeni bir mushaf yazma tarzı geliştirmiş, bir satır muhakkak hatla başlanan sahife beş satır reyhânî veya nesih hatla, daha sonra bir satır muhakkak veya sülüs, sonra beş satır gene reyhânî veya nesih, sahifenin son  satırı ise muhakkak hatla yazılır olmuştur. Şüphesiz asırlar içerisinde bu forma uymayan sadece muhakkak, sadece reyhânî, sadece nesih veya sülüs yazıyla mushaflar da yazılmışsa da; satır sayısı, satır genişliği gibi estetik problemler Osmanlı hattatları, bilhassa Şeyh Hamdullah’tan sonra çözümlenmiştir.

Şeyh Hamdullah Amâsî (ö. 1520) Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Şehzâde 2. Beyazid Amasya valisi iken onun yazı hocası idi. Hocasına büyük hürmet ve muhabbetle bağlı Şehzâde, padişah olunca, bir müddet sonra İstanbul’a gelen hocasını saraya almış ve saraydaki Yâkūt kolleksiyonunu kendisine vererek yazıya yeni bir nefha (ruh, mükemmellik) vermesini talep etmiştir. Sultan’ın arzusu üzerine Şeyh Hamdullah Aklâm-ı Sitte’de (altı çeşit yazı) Yâkūt’un en mükemmel harflerini çalışarak yeni bir meşk hazırlamış ve bu tarihten sonra  hattatların ikinci kıblesi unvanını almıştır. Ayrıca Şeyh yazdığı mushafları,  diğer yazı türlerini terk ederek o güne kadar görülmemiş olgunlukta bir nesih yazı ile yazmıştır. Bu tarihlerden sonra zaman zaman bazı istisnalar dışında bütün hattatlar mushaf kitabetinde nesih yazı kullanmışlardır.

Şeyh Hamdullah ve sonra onun takipçileri daha önce 9 satırdan 20 küsur satıra kadar olan satır sayısını genelde 11 veya 13, zaman zaman da 15 satıra indirmiş, sahife içinde yazılı alanın nisbetlerini belirlemiş, satır aralıklarını, kopukluğu ve içiçeliği önleyecek, yazının sahife içerisindeki dolgunluğunu, sadeliğini ve olgunluğunu sağlayacak hale getirmiş, kâğıdın az çok belirli ebatlarda üretilmesi ile birlikte mushafların ebadını da kolay taşınabilen, makul büyüklüklerde standartlaştırmışlardır.

XVII. asrın ikinci yarısında ortaya çıkan Hafız Osman (1640-1698), Şeyh Hamdullah’ın Yâkūt’un yazılarından ilham alarak yaptığı hamlenin bir benzerini, Şeyh’in yazısından ilhâmen yeni bir mükemmeliyete kavuşturmuş, mushaf kitabetini bugün bile hayran olduğumuz ve daima hayran olacağımız seviyelere çıkarmıştır. Yazdığı 25 mushafın her biri birbirinden güzel olan Hafız Osman, bütün mushaflarını 11 satır üzerine tertip etmiştir.

Osmanlı mushaflarının tezyinatı da; Fâtih devrinde, Timur döneminde zirveye çıkan Herat Üslûbu tezyinatın bir manada devamı iken, II. Beyazıt ve bilhassa Kanuni zamanında, Osmanlı’nın sade fakat ihtişamlı dönemine ulaşmıştır. Tezyinatta XVIII. asrın sonlarına doğru batılılaşma gayretleriyle başlayan bozulma dönemi XIX asır boyunca devam etmiş XX. asrın ilk yarısında tezhip tamamen yok olmuştur.

Garip bir tecellidir ki; tezyinatta bozulma bütün hızı ile devam ederken, hüsn-i hat daima gelişmiş, XVIII. asrın ikinci yarısı ve bütün XIX. asır hatta XX. asrın ilk çeyreğinde tarihin en büyük hattatları yetişmiş ve en mükemmel eserler ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de harf devriminden sonra hat sanatının çok ciddi bir kırılmaya uğradığını burada önemle ifade etmek gerekiyor. Hocam Hâmid Bey o tarihlerde Bâbıâlî’de faaliyet gösteren 350 civarındaki hattatın bir gecede işsiz, aç ve perişan kaldığını söylerdi. Hattatların ve hat sanatının ortadan kalkması sadece yazıyı ortadan kaldırmamış; o günkü ağır siyasi, adlî ve medya baskısı,  bu güzel sanata ilgiyi, sevgiyi ve bu sanatı icra edenlere muhabbeti de yok etmiştir. Oysa ki hat sanatı ile ilgili geçmişte yazılan hemen bütün kaynaklardan öğrendiğimize göre; İslâm âleminde tarih boyunca hattatlara daima hürmet edilmiş, hatta çoğuna bir cins veli muamelesi yapılmış, yazdığı eserler bilhassa mushaflar için devrin varlıklı kimseleri birçok zaman bugün aklın alamayacağı ödüllerle bu sanatı ve sanatkârları teşvik etmişlerdir.

Böyle bir gelenekten gelen insanların, ecdadından miras kalan bir yazının veya müzayededen satın alıp evine astığı bir levhanın nasıl okunduğunu ve ne manaya geldiğini bilmemesi, daha da ilerisi, Kur’an kursuna giderek  okumayı öğrendiği halde  Osmanlı hattı ile yazılmış bir Kur’an’ı okuyamayıp onun yerine bilgisayar hattı mushafları tercih etmesi ne kadar hazindir.

1940’lardan sonra bir kısım eski eserlerin restore edilmesi icap ettiği zaman  böyle bir sanat olduğu hatırlanmış, o zamanki Güzel Sanatlar Akademisi’nde “Şark Tezyînî Sanatları” adı altında bir bölüm açılmış, Kâmil Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer, Necmeddin Okyay, Halim Yazıcıoğlu gibi Osmanlı’nın bakiyye-i âsârının son mümessilleri  sayılan hattatlar hoca olarak tayin edilmiştir. Bu sanata karşı ilgisizlik, aşağılama,  hatta düşmanlık o safhaya ulaşmıştır ki; maalesef bu bölüme hemen kimse devam etmediği gibi, devam edenlerden de “hattat” unvanını hak etmiş tek bir talebe yetişmemiştir.

Bütün o yasaklı dönemde yazıyı bırakmayan tek hattat, merhum Hâmid Bey olmuştur. Cağaloğlu’ndaki matbaa ve klişehanesinde, nadir de olsa isteyenlere gizli gizli yazı yazan Hâmid Bey’in mukaddes ateşi söndürmemesi, XX. yüzyılın son çeyreğinde hat sanatının “ba’sü ba’de’l-mevt”e kavuşmasını netice vermiştir. Birkaç istisna dışında bugün bütün hattatlar Hâmid Bey’in sanat zürriyetinden gelmektedir.

Hâmid Bey yazdığı iki mushaf-ı şerifle de asırlık emeğini taçlandırmıştır.

Ne garip tecellidir ki; Hâmid Bey Osmanlı hat sanatının son temsilcisi, müntehâsıdır. Şeyh Hamdullah ise başlangıcı yani mebdei. Mebde ve müntehâ (ikisinin de ismi “hamd” kelimesinden gelir) bugün Karacaahmet mezarlığında başucu ayak ucu şeklinde yatıyorlar.

***

Bilindiği gibi matbaanın icadındaki temel sâik mukaddes metinlerin, özellikle İncil’in basılmasıdır. Matbaa memleketimize geldikten sonra da icad edildiği gaye istikametinde kullanılmış, gerek Mısır’da “Bulak” baskısı adı altında, gerekse İstanbul’da muhtelif Kur’anlar basılmıştır. Arşivimde mevcut üç adet “bulak” baskısı Kur’an’ın tarihi ve hattatı belirtilmediğinden, o tarihlerde  hangi hattatın kaç kur’anı basıldı bilemiyoruz.. Arşivimde ayrıca XVIII. asır hattatlarından Şekerzâde Mehmed Efendi hattıyla yazılan Kur’an ise çok güzeldir ve âharlı kâğıda İstanbul’da basılmıştır. Ayrıca âharlı olmayan kâğıda basılı olanı da gördüm.  Sultan Abdülhamid öncesi basılan bu Kur’anların o günkü şartlar ve imkânlar dikkate alındığında baskı adetlerinin birkaç yüz veya çok çok birkaç bini geçmediğini tahmin etmek güç değil.

Merhum Sultan Abdülhamid Kur’an basımına fevkalade önem vermiş, zamanın değerli hattatlarından Kayışzâde Hafız Osman Efendi’nin 15 satır üzerine tertiplenmiş âyet berkenar, her cüzü 20 sahifede tamamlanan, “Resm-i Osmânî” imlâsı ile yazılmış Kur’an’ını bastırarak İslâm âlemine onbinlerce nüsha dağıtmıştır.

O güne kadar  (yukarıda saydığımız küçük çaptaki baskılar istisna edilirse) bir kimsenin şahsına ait bir mushaf edinmesi kolay değildi. Daha önce bahsedildiği gibi, devlet erkânı ve zengin zatlar büyük masraflarla yazdırıp tezyin ettirdikleri Kur’anları evlerinin en mûtena köşelerinde gözlerinden bile kıskanarak muhafaza ederdi. Daha düşük gelir seviyesinde olanlar, ikinci üçüncü derecedeki hattatlara, ya da kitap istinsahı ile geçinen  kâtiplere birer mushaf yazdırırlar, bileğine güvenenler kendileri yazarlardı. Birçok devlet ricâli veya zengin şahıslar fazladan yazdırdıkları nüshaları tekkeler, külliyeler, kütüphaneler ve türbelere vakfeder, herhangi bir  şekilde mushaf edinme imkânına sahip olamayanlar ise Kur’an’ı buralara gidip okurlardı. Tabiidir ki; bu mushafların herbiri farklı satır ve sahife düzenine sahip olduğundan hiçbirinin sahifesi diğerini tutmazdı. O zaman âdet olmadığı için âyet ve sahife numarası bulunmayan bu mushaflarda aranan yeri bulmak kolay değildi. Kur’an’ı elde etmenin, bulmanın okumanın bu kadar müşkilâtlı olduğu o zamanlarda Sultan Abdülhamid’in; sahifeleri, cüz başları, işaretleri yerli yerinde, bastırdığı ve dağıttığı Kayışzâde Hafız Osman Kur’an’ı  (yazısı gerçekten de nefîstir) sadece Osmanlı Devleti sınırları içinde değil, bütün İslâm dünyasında pek tutuldu ve sevildi. Artık hafızların ezberleyeceği sahife değişmez bir ölçü ile tesbit edilmiş, mukabele okuyan hafız efendi ve takip edenler hangi sahifeden başlanacağını bilir olmuşlardı.

“Âyet Berkenar” mushaflar, sahifenin mutlaka  bir âyetle başlayıp bir âyetle bittiği mushaflar olup 15 satır üzerine yazılmışlardır. Tarihte ilk kimin yazdığı bilinmemekle birlikte, kütüphanelerde ve müzelerde bazı örneklerine rastlanır. Şahsen yazma eser ihtiva eden kütüphanelerde gördüğüm birkaç âyet berkenar mushafın güzel yazı özelliği taşımadığını burada belirtmeliyim.

Gene Sultan Abdülhamid döneminde basılan Kayışzâde Hafız Osman tertibinde yazılmış Seyyid Hasan Rıza (ö. 1920) mushafı ile hayat tarihçesi hakkında fazla bilgimiz olmayan (ya da benim bilmediğim) sahife tutar Kadırgalı Mustafa Nazif Efendi mushafı,  Osmanlı döneminde yazılan ve basılan son mushaflardır.

Cumhuriyet dönemine geldiğimizde; 1975 yılında Hâmid Hoca’nın yazdığı “Tevâfuklu Kur’an” basılana kadar, Diyanet İşleri Başkanlığımız dahil bütün mushaf naşirleri yukarıda adı geçen üç mushafı değişik ebatlarda basmışlardır. Esasen bu hattatlar, eserlerinin orijinallerini, o günkü şartlar altında, taşbaskısında filim olarak kullanılmak üzere bugünkü aydınger kâğıda benzer “karamela kâğıdı” tabir edilen yarı şeffaf bir kâğıda yazdığından, her üç mushafın da orijinali bugün mevcut değildir. Bu itibarla; Cumhuriyet sonrası mushaf baskıları, hep baskının baskısının baskısı tarzında olduğundan ve basarken çoğu zaman gerekli itina da gösterilmediğinden, hemen ilk dönemlerden itibaren piyasada hüsn-i hat özelliği kaybolmuş mushaflar tedavül etmiştir. Bütün hayatî ukdeleri kurutulmuş, medeniyet değerleri tahrip edilmiş bir milletin çocukları ancak bu kadarına güç yetirebilmekte idi.

Yazısı ve baskısı hakkında pek çok tenkid edilebilecek  yönleri olmasına rağmen Hâmid Bey’in yazdığı “Tevâfuklu Kur’an”, güzeli, mükemmeli arama, bulma çabaları noktasında bence bir milattır. O vakte kadar memleketimizde ne devlet ne de özel veya tüzel kişiler bir hattata şu kadar para vererek bir mushaf yazdırmaya teşebbüs etmediler. Hemen bu mushafın ardından başka özel kişiler Hâmid Bey’den bir mushaf daha yazmasını istediler. Kendisine gittiğim yıllar boyunca hoca bu mushafı yazdı durdu. Yıllar sonra basılan bu mushafın bir nüshasını alabildim ve sonra zannediyorum bir daha basılmadı.

Cumhuriyet tarihi boyunca estetik kaygı taşıyarak yazılan ve basılan üç Kur’an nüshası daha vardır. 1980’li yıllarda Erzincanlı Re’fet Kavukçu, 1990’lı yıllarda Mehmed Özçay ve 2000’li yıllarda Hüseyin Kutlu mushafları.

Tabiidir ki ülkemizde basılıp yayılan ve Ahmed Hüsrev hattı olarak bilinen mushafı, kezâ bu türden az çok okunaklı bir el yazısı ile yazılmış olanları, ayrıca son yıllarda pek çok yayınevi tarafından basılan -bilgisayarda yazılmış- Kur’an nüshalarını estetik herhangi bir özellikleri olmadığı için sadet harici tutuyoruz.

İslâm Dünyası’na gelince:

Suudi Arabistan’da Melik Fehd tarafından Suriyeli hattat Osman Tâhâ’ya yazdırılan  ve Medîne’de basılan mushafa gelince; bu mushafın hurufat yapısı ve harflerin birleşme şekilleri bilgisayar fontuna benzetilmiştir. Eser yüksek bir estetik değer taşımamaktadır. Kelimelerin satır ve sahifelerdeki dizilişi açık seçiktir. Harekelemede tecvid esaslarına riayet edilmeye çalışılmıştır. Temiz ve fakat sıradan bir baskıdır.

Son yıllarda Katar Emirliği tarafından gene Suriyeli bir hattata yazdırılan Kur’an. Baskısı Türkiye’de yapılmış olup harekeleme sistemi Medine’deki  gibidir.

Bahsi geçen tecvid esaslı harekeleme; başta Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere körfez ülkeleri tarafından şiddetle savunulmakta, hatta neredeyse  bunun dışında yazılanlar yok sayılmaktadır. Bazı bakımlardan savunulacak yanları olsa da, bu tarz harekelemenin derinlemesine tetkik edildiği zaman üzerinde tartışılacak pek çok nokta mevcuttur. Kur’an okumayı ve tecvidi iyi bilenler açısından avantajları olmakla  beraber, özellikle okumayı az bilen veya tecvid bilmeyenler için çok ciddi okuma hatalarına yol açabilecek yönleri vardır. Araplar Arap olmayan milletleri dikkate almadığından bu konuyu kendileriyle görüşüp  anlaşmak hemen hemen imkânsız görünüyor. Diyanet İşleri Başkanlığı Mushafları İnceleme Kurulumuz Resm-i Osmâni imlâsını kabul ediyor, bu şekilde yazılan mushafları klasik harekeleme olmak kaydıyla -elinizdeki eserde olduğu gibi-  tetkik ediyor.  Medine Mushafı tarzında harekelemeyi -haklı olarak- kabul etmiyor.

Âlem-i İslâm’ın sair beldelerinde bu konuda yapılan çalışmaları bilemiyoruz. Yalnız şurası muhakkak ki; Endenozya’dan Fas’a kadar geniş İslâm Coğrafya’sında tevarüs ettiğimiz büyük İslâm Medeniyeti’ne lâyık bir mushafın yazılması ve basılması için hiçbir gayret gösterilmediği, daha doğrusu  İslâm dünyasının böyle bir meselesi, ufku ve dâvâsı olmadığı açıktır.

***

Kur’an-ı Kerim’in yazımında iki ayrı imlâ kullanılmıştır. Bunlardan birisi ülkemizde tedavül eden mushaflardaki imlâ olan Ali el-Kārî imlâsı, diğeri Resm-i Osmânî denilen imlâ. Okunuşta herhangi bir farklılık arzetmeyen bu imlâ farklılığı, Kur’an yazımında ciddi tartışmalara sebep olmuştur ve olmaktadır.

Bugün yeryüzünde tedavül eden mushafların yüzde seksen kadarının Resm-i Osmânî ile yazılmış olduğunu tahmin ediyoruz.

Hemen şunu belirtelim ki; yukarıda bir parça bahsettiğimiz muhterem Tayyar Altıkulaç Hocamızın Hz. Osman’a (ra) nisbet edilen mushaflar üzerinde kelime kelime, harf harf, yaptığı mukayeseli çalışmalar, basit müstensih hataları görmezden gelinirse,  metin ve kelime yapılarında yüzde yüze yakın bir ayniyet görülmektedir. Kur’an’ın tamamını sadırlarında muhafaza eden sahabî efendilerimizin henüz hayatta oldukları bir zamanda yazılan bu mushaflarla günümüzde şu veya bu imlâ ile yazılıp basılan mushaflar arasındaki mutabakat gösteriyor ki; Kur’an-ı Kerim nâzil olduğu gibi korunmuş, herhangi bir tahrife uğramadan günümüze intikal etmiştir. Ancak söz konusu imlâlardan hangisinin tercih edilmesi gerektiğine gelince; konunun ilmî tartışmaları bir yana, İslâm dünyasında birliğin sağlanması, kanaatimizce  Resm-i Osmânî’nin tercih edilmesi ile mümkündür. Nitekim Altıkulaç Hoca’nın tahkik edip ilim dünyasının önüne koyduğu mushaflar da bu kanaatimizi teyit etmektedir.

Mushaf imlâsı (Resm-i Osmânî) çok özel bir imlâdır ve Arapça imlâdan -hele bugünkü Arapça imlâdan- oldukça farklıdır. Bu itibarla Arapça imlâyı bilmekle Kur’an imlâsını bilmenin ayrı şeyler olduğunu burada belirtmekte fayda mülâhaza ediyoruz.

Diğer imlâya niçin Ali el-Kārî imlası denildiği tartışmalı bir konudur. 1605 yılında vefat eden Ali el-Kāri’den önce yazılan pek çok Kur’an bu imlâ ile yazılmıştır. Meselâ Kültür Bakanlığı tarafından çok kötü bir tıpkıbasımla basılan ve Ali el-Kārî’den yaklaşık yüz yıl önce yaşayan Şeyh Hamdullah’ın (ö. 1520) mushafı, adı geçen imlâ ile yazılmıştır. Şeyh’in bu mushafı yazarken muhakkak başka bir mushafa bakmış olabileceği dikkate alınırsa, bu imlânın ne zaman ihdas edildiği cidden tahkik edilmesi gereken bir keyfiyyet olarak gözükmektedir. Kanaatim şudur ki; bünyesinde halen erbâbınca tartışılması gereken pek çok tutarsızlıklar taşıyan bu imlâ, muhtemelen geçmişte Ali el-Kārî tarafından ele alınıp üzerinde bazı çalışmalar yapılmış olmalı ki , imlânın ismi bu zata nisbet edilmektedir.

Osmanlı hattatları tarafından yazılan mushaflarda genellikle Ali el-Kārî imlâsı kullanılmakla birlikte, pek çok mushafta da Resm-i Osmânî kullanılmıştır. Yukarıda bahsi geçen Kayışzâde mushafında, aslı itibariyle Resm-i Osmânî esas alınmakla birlikte Cumhuriyetten sonra yayınevlerince Ali el-Kārî imlâsına çevrilerek basılmıştır.

***

Elinizdeki bu eser yukarıda ifade ettiğim meselelerden doğdu.

2010 yılında Diyanet İşleri Başkanlığımız, Cumhuriyet tarihinde ilk defa olarak bir devlet müessesesi tarafından teşebbüs edilen Kur’an yazdırma vazifesini şahsıma tevdi ettiğinde, hattatlar ırmağının bir katresi olarak yaratana sığınmaktan başka çarem yoktu.

Kur’an-ı Azîmüşşân’ı lâyık olduğu şeref ve kudsiyyete uygun bir dikkat ve ciddiyetle, yazabileceğim en güzel hatla yazmalı ve bastırmalı idim.

Mazide tarihlere sığmayan seleflerimiz büyük üstadlar, halde en ufak hatayı affetmeyen meslektaşlarım, istikbalde her biri mazideki üstadlar seviyesine çıkmalarına duacı olduğumuz haleflerimiz olan hattatlar nezdinde mahcup olmamalı idim.

Kur’an okumayı pek az bilenlerin yanlış okumasına ihtimal vermeyecek kadar selis bir mushaf yazmalı idim.

Estetik bakımdan girift yazıldığı için suyun kıvrıla kıvrıla akışı gibi zarif, fakat 2000’li yıllarda artık halk tarafından terk edilip yetim bırakılan ecdat mirası Kur’an hattını ihya etmeli idim.

Kur’an’ı, artık gazete bile basılmayan kâğıtlara bastırıp, çerez fiyatına satanlara Kur’an baskısının nasıl olması gerektiğini göstermeli idim.

Kolay okunduğu için tercih edildiği ifade edilen bilgisayarla yazılmış mushafları basanlara ve okuyanlara karşı hüsn-i hatla yazılı olanların da kolay okunabileceğini ispat etmeli idim.

Asırlardır olduğu gibi bugün de İslâm âleminde hat sanatının merkezi olan bu memlekette hâlâ çok güzel mushafların yazılabileceğini göstermeli idim.

İtimad ederek bana Kur’an yazma şerefi bahşeden Diyanet İşleri Başkanlığı’nı mahcup etmemeli idim.

Bu ve buna benzer mülahazalardan dolayı Diyanet İşleri Başkanlığımız Ali el-Kārî imlâsı ile bir mushaf yazmamı istemesine rağmen ben hemen eş zamanlı iki mushafı itmam ettim. Her iki eser de hazırlık çalışmaları ve tashihleri tamamlandığında 2013 yılı başlarında eğer tevfîk-i ilâhî refîk olursa baskıya hazır hâle gelebilecek.

***

Bazı sûreleri ilâve ederek istifadeye sunduğumuz bu “Amme Cüzü”, sözünü ettiğim mushafları basarken gerek sanat, gerekse teknik yeterliliklerimizi test etmek amacıyla basıldı. Bununla birlikte başlı başına bir eser olma özelliğini de taşımaktadır.

Geçmişte “amme cüzü” adı altında bütün 30 cüz, tebâreke cüzü adı altında 29. cüz ayrıca yazılırdı. Bir de en’am-ı şerîf adı altında En’âm sûresi, başka bazı sûrelerin ilâvesi ile yazılırdı. Matbaanın dünyamıza girmesi ile birlikte bunun pek çok örnekleri, pek çok ayrı şekillerde de basılmıştır. Bizim bu çalışmamız da bu seriden bir eser olarak değerlendirilebilir. Biz de halkımızın diğer sûrelere göre daha sıkça okuduğu sure-i celîleleri amme cüzünün başına ilâve ederek bu eseri hazırladık. Bazı dostlarımız baş kısma ilâve ettiğimiz sûrelerin aynen Kur’andaki gibi sahife ve satır tertibinde olmadığı, sahife tutarlık açısından kaymalar olduğu için çok ciddi itirazlarda bulundular, hattâ “hafızlar Kur’anı sahife sahife ezberlerler, böyle tertib ederseniz şaşırırlar” gibi ifadeler kullandılar. Bu ve benzeri itirazlar ve tenkidlerdeki haklılık veya haksızlık payını siz değerli okurlarımıza bırakarak böyle bir tercihte bulundum.

Eserimiz yazısı, tezhibi, cildi, grafik tertibi ve baskı hazırlıkları itibariyle tamamen “özgün” bir nitelik taşımaktadır.  Yazının ve tezyinatın uygunluğu, grafik özelliklerin ve nisbetlerin yerli yerinde olup olmadığı, kullanılan renklerin ve altın yaldızın tarz-ı kadîme muvafakatı, kâğıt ve sair malzemenin cinsi, kalitesi, cilt motifleri ve malzemesinin yerli yerindeliği gibi pek çok unsurun bir araya gelmesi ciddi bir ekip çalışması ile mümkün olabilmiştir.

Eserin hattı konusunda herhangi bir fikir beyan edemem ve takdirini erbabına bırakırım. Mesleğimiz “fahr etmek” değil, “fakr”ımızı bilme mesleğidir. Bu itibarla reîsü’l-hattâtîn unvanını alanlar başta olmak üzere, bütün büyük üstadlar imzalarına “ed’afü’l-küttâb…” vs (kâtiplerin en zaifi, en acizi) gibi ibareleri, öğünmek ve kendi seviyesinde olamayan hattatları tezyif etmek ve aşağılamak için koymamışlar, bilakis bu büyük nimet-i ilâhî karşısındaki fakirliklerini idrak ettiklerini, bunun şükründen aciz olduklarını itiraf için koymuşlardır.

Eserin tezyinatına gelince; tezhip sanatının en olgun ve mükemmel dönemi olan XVI. asır özellikleri taşımaktadır. Bütün durakları, hizip secde ve cüz gülleri, sûre başları, hâtimesi, serlevhası, zahriyesi ve cildi tamamen özgün olup desenlerin uyumu ve zenginliği motiflerin sıfır hata ile çizilmesi aylar, hatta seneler almıştır. Elinizdeki amme cüzü hazırladığımız Kur’an’ın bir cüzü olmak hasebiyle, Kur’an üzerinde çalışanlar geceleri ihya için teheccüde kalkmak yerine uyumamayı tercih etmişlerdir.

Tezhip nerede bitiyor, grafik çalışma nerede başlıyor, böyle bir çalışmada pek bilinemediğinden aynı emeğin grafik dizayn için de harcandığını burada belirmeliyim.

Zemin başta olmak üzere, tezyinatta kullanılan renklerin ecdadımızın böyle eserlerde kullandıkları renklerle ve renk tonlarıyla aynı olması için gayret gösterildi. Şu kadar var ki siyah rengin zahriye, serlevha ve bazı sûre başlarında alışılmıştan biraz daha fazla kullanılmasında hata varsa, bunlar bana aittir.

Yayına hazırlık ve baskı uygulaması özel bir dikkat ve itina ile gerçekleştirildi. Temelde beş renkli olan eserimiz için her formada sekiz kalıp kullanıldı. Gerek kalınlık, gerekse doku ve kalite yönüyle işin asaletini göstermesi bakımından bu tarz eserlerde şu ana kadar en iyi neticeyi veren kâğıdı kullandık. Baskıda kullandığımız yaldız, böyle eserlerden beklenen nostaljik havayı vermekle birlikte, eseri yazma bir eser tadına ulaştıran özel bir karışım ihtiva etmektedir. Cildin gerek motif, gerek işçilik, gerek rengini takdirlerinize bırakıyorum.

Her türlü hamd ve minnet O’na ait ki; bu güne kadar istihdâm-ı ilâhî olduğuna bütün mevcudiyetimle inandığım beş mushafı tamamlamak kısmet oldu. Cenab-ı Hak nasip ederse önümüzdeki zamanlarda bu eserler bir şekilde yayımlanacak. Bu tecrübelerimden sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; en azından ben ve ekibim için bir mushafın yazılmasından, tashihinden, tezyini ve grafik çalışmalarına kadar bir eser haline gelebilmesi yaklaşık 12 000 saatlik bir emek gerektiriyor. Keskin bir dikkatle, fasılasız, günde on saat çalışmakla 1200 gün mesai gerektiren bu çalışmanın kolay bir şey olmadığını ifade etmek isterim. “Eski büyük üstadlar bu kadar sayıda mushafı nasıl yazabilmişler?” diye zaman zaman düşündüğümde bir insan ömrü ile verilen eser sayısı arasında nasıl bir nisbet olduğuna şaşmamak elde değil. Mesela okuduğunuz metinde adı geçen Kayışzâde Hafız Osman Efendi 106 mushaf yazmış, 107. sini yazmakta iken teravih namazında rükû halinde iken vefat etmiş. Kayışzâde’den çok fazla sayıda mushaf yazan birçok hattat vardır. Alınız, gene metinde adı geçen Çemşir Hafız’ı. Bir insanın kırk sene fiilî sanat hayatı olsa 450 mushafı ancak her ay bir mushaf yazarsa tamamlayabilir. Tek bir izah bulabiliyorum; bu mübarek sanata hizmet eden,  ömrünü kelâm-ı kadîme, mukaddes lafızlara, Kalem Sûre’sinin hakikatine adayan bu zatlar herhalde best-ı zamana mazhar olmaktaydılar.

Hatime olarak şunları söylemeliyim:

Elli küsur senedir okumak, kırk küsur senedir yazmakla meşgul olduğum Kur’an’ı Kerîm’in Fâtiha veya Muavvizateyn sûrelerini iyice yetişmiş bir hafız önünde okusam kim bilir kaç i’rab, kaç mahreç hatası yapacağımı bilemediğimden böyle ortamlarda sükût ederim. Kırk senede düzgün okuyamadığım bir kitabı, bırakın yazının güzel olmasını, yazabilmek, hem de birkaç defa yazabilmek benim iktidarımla değil, ancak istihdâm-ı ilâhî ile izah olunabilir.  Hevâ ve hevesin teşcî edildiği, her türlü menhiyyâtın ve fuhşiyyâtın ayyuka çıktığı, sefahatin cinayetin sel olup aktığı bir dünyada Cenâb-ı Hakk’ın ben acizi kelâmıyla meşgul etmesi, şükrünü eda edemeyeceğim bir nimettir. Basılan ve basılacak eserlerimden “es-sebebü ke’l-fâil” sırrınca her okuyanın elde edeceği sevabından gelecek bir misli sevaba gerçekten ihtiyacım var. Elbette ki Kur’an’ın kudsiyyeti en güzel şekilde yazmayı ve basmayı gerektiriyor ama, eserime bakanlardan istirhamım; yazı, baskı, motif, cilt özelliklerine gereğinden fazla bakmamaları, baktıklarının Kur’an olduğunu düşünmeleri, Kur’an’ın da Alla’hın kelamı olduğunu bilerek imanlarını Kur’an’la her an tazelemeleridir.

Bütün varlıkların tesbih ettikleri, her türlü şükre lâyık olana hakkıyla şükredemedik.

Ve minallâhi’t-tevfîk.

MUHSİN DEMİREL

 

 

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir